11 Ağustos 2018 Cumartesi

Başkent oluşunun 83 yılında Ankara devre dışı kalıp kalmamakla karşı karşıya…* Prof. Dr. Anıl Çeçen Tarih: 13 Ekim 2006 KONFERANS Yer: Atılım Üniversitesi Seyhan Cengiz Turhan Konferans Salonu


Başkent oluşunun 83 yılında
Ankara devre dışı kalıp kalmamakla karşı karşıya…

Prof. Dr. Anıl Çeçen
Tarih: 13 Ekim 2006
KONFERANS
Yer: Atılım Üniversitesi Seyhan Cengiz Turhan Konferans Salonu


Ankara’nın tarihte öne çıkması, bir dünya başkenti haline gelmesi, bir küçük Anadolu kasabası olmaktan çıkarak yeni bir devletin, çağdaş bir Cumhuriyet’in başkenti olarak ilan edilmesinin tarihidir.

Yaklaşık 20 yıldır üniversitede ders veren bir hocayım. Her sene birinci sınıfta önüme, Türkiye’nin her tarafından öğrenciler geliyor. Kimi doğudan geliyor, kimi batıdan geliyor, kimi kuzeyden geliyor, kimi güneyden geliyor. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra yurt dışından gelen öğrencilerimiz de var.

Sevgili gençler; Anadolu’da oturanlar için değil ama Ankara’ya tahsili için gelenlerin herhangi bir kente değil, ama herhangi bir kentin dışında bir başka kente geldiklerinin bilinci çok önemli. Burası 81 vilayetimizden birisi ama bu vilayetlerin üstünde bir yere sahip. Yani devletimizin merkezi, bir başkent… Bir başkentte okumanın çok önemli kazanımları olacaktır. Çünkü Türkiye’ye, merkezden bakma gibi bir şansınız olacaktır. Son ilan edilen 15 üniversite ile beraber Türkiye’nin neredeyse vilayetlerinin dörtte üçünde üniversite oldu. Ankara yerine bir başka kentte de okuyabilirdiniz. Yani Edirne’den kalkıp Diyarbakır’da okuyabilirdiniz. Artvin’den kalkıp Muğla’da d okuyabilirdiniz. Yani Türkiye artık büyük merkezlerin ötesinde Üniversitelerinin Anadolu’ya yayıldığı hepinizin kendi kentlerinde de geldiğiniz kentlerde de üniversitenin bulunduğu bir yapıya kavuştu. Ama Ankara’nın, sizin geldiğiniz kentlerin ötesindeki anlamı, başkent olarak gündeme gelmesinin nedenleri üzerinde duracağım. Çünkü bugün 83.yılını kutladığımız Ankara’nın başkent oluşu olgusunun bir başka anlamı var sevgili gençler, o da Ankara’nın başkent olma statüsünün artık yavaş yavaş kaldırılmak isteniyor olmasıdır.

Bugün Atatürk’ün çizgisinde yayın yapan bir gazete vermiş olduğu Ankara ilavesinde ilk defa şöyle bir başlık gündeme getiriyor: Dünyadaki değişim ve dönüşüm belirli noktalara gelirken bizi de zorluyor. Evet, o gazetenin bugünkü Ankara ilavesine bakarsanız “Ankara Başkent Kalacaktır” diye yazıyor. Ankara zaten başken, o zaman neden başkent kalacaktır diye yazıyorsun? Demek ki, Türkiye’de Ankara’nın başkent olmaktan çıkmasını isteyen, başkenti Ankara’nın dışına taşımak isteyen kesimler var. Bize değişim olarak getirilen bir takım öneriler doğrultusunda Avrupa Birliği, küreselleşme, “Büyük Orta Doğu projesi” süreçlerinde, Türkiye’yi bir yerlere çekmek ve sürüklemek isteyen plan ve projelerin içerisinde, Türkiye Cumhuriyet’inin bugünkü yapısına benzer bir devletin olmadığını söylemeye çalışanlar var. Böyle bir devlet olmadığı için de başkentinin de olamayacağını, yani Ankara’ın olamayacağını söylüyorlar.

Sevgili gençler peki neden böyle bir durum söz konusu?
Bunu anlamak için yani bugünü kavramak için, mutlaka düne bakmak zorundayız. Dünü bilirsek bugünü anlarız. Bugünü kavrarsak yarını, geleceği görürüz. Eğer gelecekte nelerle karşılaşacağımızı düşünebiliyor isek bugünü mutlaka kavramak zorundayız. Bugünü kavramak için de dünü bilmek durumundayız.

Bugün Anadolu’da Ankara’nın dışında 16 önemli kent tarihin belirli dönemlerinde başkentlik yapmıştır. TRT Kurumu bir dönemde, bir araştırma ve bir yayın dizisi hazırlatmıştı. “Anadolu Başkentleri” diye. Şimdi bakın böyle Anadolu başkentleri diye baktığınız zaman, Edirne, Bursa, İzmir, Konya, Trabzon, Kayseri, Van başkent olmuş bir zamanlar. Anadolu’nun her yerine yayılmış bu başkentler tarih boyunca hep var. Demek ki tarihin her döneminde Anadolu’da başkentler olmuş. Eğer bugün Anadolu’da tarihten gelme 16 başkent varsa bu değişen dönemleri, değişen devlet yapılarını, değişen siyasi yapıları gündeme getiriyor demektir. İşte bu noktada farklı devletler ortaya çıktığında o farklı devletlerin de başkentleri gündeme geliyor. Çünkü devlet dediğimiz olgu bir ülkeye sahip olmak demektir. Burada devlet ne tür bir ülkeye sahip olacak, gene tarihe bakalım. Tarihe, insanlık tarihi açısından baktığımızda ki, bugün batıyı Batı yapan sürecin eski Yunandan başladığını, onun da Mezopotamya’dan geldiğini görürüz. “Mezopotamya’da, Mısır’da, eski Yunan’da ve Roma’da…”. Dünyanın en büyük imparatorluğu olan Roma İmparatorluğu bir kent adını taşıyor, ulus adını değil. Roma önce bir kenttir, sonra İtalya’nın başkentidir, sonra da bir imparatorluğun başkentidir. Şimdi böyle baktığımız bir noktada demek ki kentler önem kazanıyor ve başkent olma durumuna göre de devlet yapıları ortaya çıkıyor, ya da tam tersi oluyor. Değişen devlet kurumu yapısına göre yeni başkent olma durumları da ortaya çıkıyor. Yaşam dünya tarihinde belirli coğrafyalarda yoğunlaşınca o yoğunlaşmaya ve güç kaymasına göre merkezler de değişiyor. Böyle bir süreç içerisinde bir devlet ancak merkezini, başkentini, gücünü elinde tutarsa başkent olmaya devam edebilir. Yoksa güç kayması olursa -ki güç kayması diye bir olgu vardır- o zaman devletin merkezi de kayar ve güç bir başka merkeze geçer. Devlet ve o merkez bir başka devleti kurabilir. Şimdi bunun çok örnekleri var. Mesela İspanya’da 800 yıl Endülüs devleti kurulmuş ama zamanla kaymalar olmuş; o kaymalarla başkent değişmiş, başka düzenler kurulmuş. Yine Osmanlıda da benzer kaymalar olmuş. Önce başkent Bursa’da, sonra Edirne’de, daha sonra İstanbul’un fethinden sonra da İstanbul’a gelmiş. Cumhuriyet kurulurken kurtuluş savaşı Anadolu’da verilmiş, Osmanlı İmparatorluğunun merkezi İstanbul olmaya devam ederken ilan edilen milli sınırlar içerisinde yeni bir merkez olarak Ankara da başkent olarak ilan edilmiş.

Biliyorsunuz Atatürk önce Samsun’a çıkıyor, daha sonra Amasya tamimi ile milletin kurtulacağını, millet olarak bir kurtuluş savaşı verileceğini bütün dünyaya ilan ediyor. Bunun için halkı örgütlemek üzere önce Erzurum’a gidiyor Doğu Anadolu’yu örgütlüyor, daha sonra Sivas’a geliyor, Sivas’ta Doğu ile Batı’yı birleştiriyor. Yani Misak-ı Milli sınırları içerisinde Anadolu’nun Doğusuyla Batısı bir araya geliyor. Sivas’ta Cumhuriyetin kuruluşunun ilk adımı atılıyor. O adım da, Ankara’da yeni bir devletin kurulmasıdır. Ankara düşüncesi, Sivas kongresinden sonra gündeme geliyor. Çünkü Kurtuluş Savaşının devam ettiği noktada belirli bir merkezden yürütülmesi ihtiyacı Ankara’da gerçekleşiyor.

Sevgili gençler peki niçin Ankara?
Ankara bir Anadolu kasabası, yani Anadolu’nun eski büyük kentlerinden birisi değil. Konya Anadolu’nun eski büyük kentlerinden birisi. Kayseri böyle. Erzurum böyle. Hatta İzmir. Hatta Adana. Bunlar çok eski merkezler tarihin çeşitli dönemlerinde. Ama Ankara merkez değil. Peki, o zaman neden Ankara’nın merkez olması gündeme geliyor? Çünkü değişen siyasi koşullarda ortaya çıkan tablo, imparatorluğun çökmesinden sonra geriye kalan merkezi devletin gücünün kaybolarak alanının boş kalması ve o alanın milli sınırlarla yeniden belirlenmesi noktasında. Yani Osmanlı imparatorluğu yıkılırken son toplantıda alınan karara göre Misak-ı Milli sınırlarının bugünkü bizim milli sınırlarımızın çizildiği bir vatan parçası ortaya çıkıyor. İşte o vatan parçası ortaya çıktığında başkentin merkezi bir konumda olması gerekiyor.

Başkentler belirlenirken ülkenin durumuna bakılır ve ona göre merkezi bir yapı seçilir. Merkezi yapı, öyle bir konuma sahip olacak ki, ülkenin her yerine, her noktasına, anında kolayca ulaşabileceğimiz bir yapıda olması gerekir. Aslında Sivas Kongresi yapılırken önce Sivas’ın başkent olması düşünülüyor. Fakat Sivas’ın Batı Anadolu’ya uzak olması ve Mustafa Kemal’ın Ankara’yı daha merkezi olarak gördüğü içindir ki, Sivas yerine -kurtuluş kongresini Sivas’ta yapmasına rağmen- Ankara’yı başkent olarak seçiyor. Ama o sırada Ankara küçük bir kent daha, büyük bir kent değil. Yani henüz Anadolu’nun yaşamında etkin değil. Ama Konya ve Kayseri gibi merkezi şehirler de var. Önce Konya’yı düşünüyor. Çünkü Selçuklular döneminde biliyorsunuz Konya bir ara merkez konumunda. Fakat Konya’daki bu eskiden kalma tutucu muhafazakar bir çevrenin varlığı nedeniyle -ki Atatürk’ün kafasında Cumhuriyeti ilan etmek var. Bir devrim gerçekleştirerek çağdaş bir ulus devleti kurmak var. Laik bir düzen kurmak var. -İşte Konya’da bunları yapamayacağını görüyor. Konya’daki o muhafazakar yapı buna engel olabilir, Konya tutucu kalabilir. Bu nedenle de yeni bir Cumhuriyet rejimi kurulamayabilir. Bu noktada Konya çekiliyor ve Kayseri gündeme geliyor. Kayseri biliyorsunuz, Kayzer isminden geliyor ve Bizans’ın en önemli merkezlerinden birisidir Kayseri. Görünen o ki, şimdi de yeniden merkez oluyor. Kayseri Doğu Anadolu’ya yönelik yapılanmada özellikle Büyük Ermenistan projesi bugün Kayseri üzeriden yürütülüyor. Büyük Kürdistan projesi nasıl Diyarbakır üzerinden yürütülüyorsa geleceğe dönük büyük Ermenistan projesi de Kayseri üzerinden yürütülüyor. Çünkü Kayseri ekonomik yapıda hem dışa çok açık, hem de sermaye yapılanması noktasında gayrimüslim unsurların rahat hareket edebildikleri bir yer. Kayserinin eski Bizans’tan gelme yapısı, o Selçuklu-Osmanlı döneminde de devam ettiği için Mustafa Kemal, İstanbul’dan çekinirken aynı çekingenliği Kayseri karşısında da gösteriyor. Çünkü Kayseri de bir başkent ve sermaye ilişkileri nedeniyle dış etkilere açık olabilir. Dış etkilere açık bir yapılanmada bağımsız bir devletin merkezini kuramayabilirsiniz. Ama Anadolu’nun merkezinde böyle küçük bir kasabayı alıp da yeni -çünkü yeni bir devlet kuruluyor- bir başkent kurulursa, o zaman dış inisiyatifin etkisi daha az olabilir veya dış yönlendirme gelirse daha rahat bir savunma yapılabilir. Mustafa Kemal işte bu düşünceyle Kayseri ve Konya’dan vazgeçiyor, Sivas’ı da Batı Anadolu’ya uzak gördüğü içindir ki seçmiyor ve Ankara’yı başkent olarak belirliyor.

Şimdi arkadaşlar kent isimlerini söylerken bazılarınızın gülümsediğini görüyorum. Yani içinizde Sivaslı vardır, Kayserili vardır. Konyalı da vardır, olabilir. Ben burada bir bilim adamı olarak konuşuyorum. Konuşmalarımda sizin özel bağlantılarınız varsa o tabi ki konunun genelliği içinde alınması gerekir. Ben burada Ankara’dan bakıyorum ve halen Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olduğumuz içindir ki bütün cephelere eşit mesafeden bakıyoruz. Ama maalesef, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra meydana gelen değişik süreçler içerisinde yani o demir perde denilen dünyanın yarısının dünyaya kapalı olduğu dönem ortadan kalkınca dünyanın merkezi alanında bir büyük boşluk ortaya çıktı. Yani 15 tane devlet bağımsız oldu. Orta Asya ülkeleri, Kafkasya ülkeleri, Baltık ülkeleri Sovyet Cumhuriyetleriydi, ayrıldılar. Balkanlarda Sosyalist sistemler vardı, onlar da koptu ve ondan sonra birde baktık ki, Balkanlar, Karadeniz, Kafkasya, Ortadoğu ve Orta Asya dünyaya açık hale geldiği noktada emperyal güçlerin ve merkezlerin geleceğe dönük dünya hegemonyasında bu bölge ana bölge haline geldi. Amerika böylece ortaya çıktı. Amerika, Alman stratejisini ortaya koydu. Zbigniev Brezinski’nin “Satranç Tahtası” kitabında, Amerikanın artık Sovyetler Birliği sonrasında bu bölgeye başka türlü baktığı ortaya çıkıyor. Daha sonra Sovyetler Birliği varken bize çok yakın duran Avrupa’nın zamanla bizden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığını gördük. Halbuki aramızdaki protokoller gereği Türkiye çoktan Avrupa’ya daha yakın olması, çoktan Avrupa’nın içerisine üye yapılması gerekirken bir de baktık ki Avrupa bizi oyalamaya ve Türkiye’nin üyelik sürecini olabildiğince geciktirmeye başladı. Ama bu arada Türkiye’de yapısal değişiklikleri gündeme getiren planlarını da ortaya koydu. Bir de baktık ki, biz Avrupa’nın her istediğini yapıyoruz. Mesela 8 tane uyum paketi çıkarıldı. Bir baktık ki 8 uyum paketinden sonra bizim gücümüz yarı yarıya azalmış, devlet yapımız yarı yarıya tasfiye edilmiş… Ankara başkent olma konumunu yarı yarıya kaybetmiş ve başkent merkez olarak Ankara’nın bölgedeki ve ülkedeki ağırlığı azalmış. Artık belirli bölgeler hatta büyük kentler Ankara’nın siyasi çizgisinin dışına çıkarak yavaş yavaş başkentin dışında hareket etmeye başlamışlar.

Sevgili gençler gördüğünüz gibi içinde yaşadığımız bu süreç sadece iç dinamiklerle değil ama içerisinde bizim de yer aldığımız dünya haritasında yani küresel oluşum süreci içerisinde belirleniyor. Gündeme gelen konjonktürel değişikliklerin bu bölgeye yansıması sonucunda yeni bir dönemin ortaya çıktığını görüyoruz. Bu yeni dönemde her şeyin yeniden ele alınıp tartışılması gerektiği ortaya çıkıyor. Türkiye’nin hem bugünkü yapısı, hem de Ankara’nın başkent olup olmayacağı meselesi bugün de yeniden tartışma konusudur. Elbette Ankara’nın başkent olması Ankaralılar için büyük bir gururdur. Türkiye Cumhuriyeti devleti açısından bakarsanız, devletler devamlıdır ve devletlerin sürekliliği esastır. Her devlet kurulu bulunduğu ülkenin başkentinde yaşar ve orada devam eder. Bugün bütün dünya devletlerinin birer başkentleri vardır. Ayrıca o devletlerin bir de ülkeleri vardır ve o ülkeler de başkentlerden yönetilir. Çünkü devletin örgütlenmesi başkenttedir. Ama şimdi küreselleşme süreci içerisinde ortaya çıkan tabloya baktığımızda, artık yavaş yavaş bazı başkentlerin devre dışı bırakılmaya çalışıldığını, -başkentlerin ötesinde- dışa açık yapılanma süreci içerisinde her ülkenin her devletin yeniden yapılanmaya doğru sürüklenmeye başlandığını görüyoruz.

Bakın son bir aydır, hatta birkaç aydır resmi olarak basına yansıyan bir konu var. Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması meselesi… Dünyanın bütün ülkelerinde merkez bankaları başkenttedir. Türkiye’de, durduk yere pat diye karar veriyorlar ve efendim diyorlar: Merkez Bankası’nı İstanbul’a taşıyalım! Öncesine bakıyoruz, Atatürk’ün Anadolu’da ulus devleti kurmak ve ona bağlı bir ulusal ekonomi oluşturmak üzere Hindistan’dan gelen Hint Müslümanlarının yardım parasını bloke ettiğini ve sonra da bu paralarla banka kurduğunu görüyoruz. Bu bankanın merkezinin başkent Ankara’da kurulduğunu, adının ise İş Bankası olarak konulduğunu ve İş bankası aracılığıyla Anadolu’da bir ulusal ekonomi yaratıldığını görüyor ve biliyoruz. Bugün İş Bankası’nın genel müdürlüğü de İstanbul’a taşınmıştır. Şimdi yavaş yavaş özel bankalar da genel müdürlüklerini İstanbul’a taşıdılar. Hatta bazı kamu bankalarını satarak -mesela Şekerbank satıldı, el değiştirdi- sonra genel müdürlüğünü İstanbul’a taşıdılar. Yavaş yavaş kalkın arkadaşlar diyorlar, Ankara’dan taşınıyoruz. Nereye taşınıyoruz? İstanbul’a. İstanbul yeniden başkent mi oluyor yoksa? Çünkü bu bölgenin tarihine bakarsanız 622 yıllık İmparatorlukta İstanbul başkent, ondan önceki döneme bakarsanız 1000 yıllık Roma Bizans döneminde gene Kostantinapolis başkent. Zaten Avrupa gazetelerine bakarsanız bir türlü İstanbul kelimesini kullanmıyorlar. Çünkü Anadolu’daki Müslümanlık yapısını kabul etmiyorlar. Anadolu’daki Türk yapılanmasını kabul etmiyorlar. İstanbul’la ilgili haberlerde Yunan gazetelerinin yazdığı gibi hala İstanbul yerine Kostantinapolis olarak yazıyorlar. Fener Rum Patrikhanesini de merkez kabul ederek nasıl bugün Katolik dünyasının merkezi Roma’daki Vatikan ise İstanbul’daki Fenerde bulunan patrikhaneyi de Doğu Hıristiyanlığının yani Ortodoks dünyasının merkezi haline getirmek istiyorlar. Tıpkı eski Bizans’ta olduğu gibi… Fener Rum Patrikhanesi Hıristiyan bir devlet yapılanması hedefli olduğu için etkin bugünlerde. Fener Rum Patrikhanesini aynen Vatikan statüsüne benzer bir statüyü getirerek orayı bir din devletine dönüştürmek istiyorlar. Ortadoğuyla ilgili yayımlanan yeni haritalara bakarsanız, -Amerikalılar son zamanlarda biliyorsunuz silahlı kuvvetler dergisinde Ortadoğu’nun “Büyük Ortadoğu Projesi” doğrultusunda yeni haritasını yayınladılar- Ortadoğudaki bütün devletlerin harita üzerinde parçalandıklarını görüyoruz. Sadece Türkiye değil İran da parçalanıyor. Sadece Irak değil Suriye de, Suudi Arabistan da parçalanıyor. Ve orada bakıyoruz ki mesela Mekke ve Medine’nin de Vatikan gibi bir kutsal din devletine dönüştürülmesi planları var. Mekke ve Medine biliyorsunuz haccın yapıldığı kutsal coğrafyadır. Orada ayrı bir devlet yapılanması var. Değişen koşullarda emperyal güçler, Amerika ya da Avrupa merkezli ya da onların arkasındaki ekonomik ve siyasi örgütlenmenin patronu olan İsrail merkezli olarak bu bölgede yeni haritaları gündeme getirdiklerinde -ki İsrail de bir din devleti Vatikan gibi- ve İsrail’in şu an bir yazılı bir Anayasası bile yok. Anayasası olmadan yönetiliyor şu anda İsrail. Çünkü İsrail’in Anayasası Tevrat… Dine dayalı, din esaslı bir devlet. Peki, bu devletin hukuk düzenini nasıl kurmuşlar? Her alanda temel kanunlar çıkartıyorlar ama Anayasa yok. Çünkü din devleti olduğu için Anayasa ve hukuk olarak Tanrı buyruğunu, yani Tevrat’ı kabul ediyorlar.

Sevgili gençler, bunları niye anlatıyorum? Çünkü Sovyetler Birliği sonrası dönemde bu bölgenin geleceğine dönük hem eski planlar devreye sokulmuş vaziyette hem de yeni koşullarda yeni planların gündeme taşındığını görmekteyiz. Bu planlarda Irak diye bir devlet yok. Zaten bakın kaldırdılar ve Amerikan işgalinden sonra Irak’ta yeni bir devlet de kurulamıyor hala. Suriye diye bir devlet yok. Diyorlar ki Suriye bir devlet ama suni, yani Suriye milleti diye bir şey de yok. Suriye’de bir sürü insan yaşıyor ama öyle bir devlet yok. Türkiye diye bir devlet yok. O da suni ve olamaz diyorlar. İran diye bir devlet de yok; onlara göre bu da suni. Peki, buralar ne onlara göre? Burada büyük bir araziler var ve bu arazilerin üzerinde insanlar yaşıyor ama bu insanlar birer millet değil; milli devletleri de yok. Türk milletinin varlığını kabul etmiyorlar ve diyorlar ki Anadolu’da da milli devlet yok, o zaman milli başkentte de gerek yok. Eskiden olduğu gibi Anadolu Roma, Bizans, Selçuklu, Osmanlı dönemlerinde daha büyük bir gücün kontrolüne nasıl girdiyse bugün bu coğrafyayı büyük bir güç olarak gene örgütleyelim diye düşünüyorlar. Ama burada artık böyle eskiden kalma İran’mış, yok Türkiye’ymiş, Suriye’ymiş, Irak’mış böyle devletler olmaz. Biz bu bölgeyi bölgesel bir yapılanmaya dönüştürürüz ama mevcut devletlerle değil mevcut devletleri küçülterek, parçalayarak ve eyaletlere bölerek. Amerika Birleşik Devletleri nasıl 50 eyaletten meydana geliyorsa, Ortadoğu’da da Türkiye, Irak, İran, Suriye, Arabistan hattında bir bölünmeyi gündeme getirip küçük eyaletler oluşturup, Ortadoğu’da da “Ortadoğu Birleşik Devletleri”ni kurarız; bunun başkenti de Kudüs olur diyorlar.

Bu bölgedeki haritayı, devlet yapılarını değiştirirseniz ortaya 2 tane yeni başkent adresi ortaya çıkıyor. Biri İsrail merkezli yapılanma ve başkenti Kudüs; öbürü ise Amerika ve küreselleşme merkezli bir yapılanma ve başkenti İstanbul. Bunu da size tam da Ankara’nın başkent oluşunun 83. yıldönümünde anlatıyorum. Evet, Ankara yok; Şam da yok, Bağdat da yok, Tahran da yok. Bunlar başkent değil çünkü. Peki ne? Küçük küçük parçalı bir yapı gündeme getiriliyor.

Biz önceleri Türkiye’de tanıştığımız bir yabancıya nerdensiniz diye sorduğumuz zaman Erzurumluyum, Sivaslıyım, Muğlalıyım, Adanalıyım diye kent ismi söylerdik. Şimdi bu bitti. Şimdi herkes birbirine şunu soruyor: kimsin, nesin? Yani etnik kökenin ne? Dinsel kökenin ne? Annen, baban hangi kökenden geliyor? Buna geldi iş. Şimdi buna geldiği noktada alt kimlikler, kökenler araştırıldığı aşamasına gelindiğinde, yani etnik ve dinsel kökenlere girdiğimizde bu noktada öncelikle millet olma gerçeğini inkar ediyoruz demektir. Türk ulusu diye bir ulusun varlığını inkar etme noktasına geliyoruz ve bu bizi yavaş yavaş alt kimliklere doğru götürürken, alt kimlikli oluşumlar öne çıkmaya başlıyor. Yani mesela Başbakanımız bile çıkıp “ Ben Türkiyeliyim” diyebiliyor. Türküm diyemiyor. Daha sonra sözünü geri alma noktasında gidip Türk Dünyası ile beraber Antalya’da demir dövdü ama 4 senedir Başbakan. Ben Türküm diyemedi, Ben Türkiyeliyim dedi. Çünkü çok ciddi siyasi baskı var üzerinde. Çünkü o siyasi baskıları dayatan siyasi merkezlerin bu bölgede kendi hegemonya çıkarları, ekonomik çıkarları, petrol haritası ve su meselesinde ki çıkarları var. İnsan hayatını, ekonomiyi ve dünya düzenini devam ettirecek kaynaklar bu bölgede.

Dünyanın merkezi coğrafyasında yaşıyoruz. Türkiye de, bu merkezi coğrafyanın merkez ülkesi. Türkiye’nin de başkenti Ankara. Ama şimdi bizim irademiz dışımızda bu bölge için bir takım planlar ve programlar gündeme geliyor. Bizim dışımızda Türkiye’nin devlet olma konumu ve tabi ki Ankara’nın da başkent olma konumu tartışılıyor. Ankara’nın elinden başkent olma hakkı alınmaya çalışılıyor. Bu da demokrasi adına yapılıyor. İnsan hakları ve ekonomi adına yapılıyor. Avrupa Birliği ve küreselleşme adına yapılıyor. Bölgeselleşme adına yapılıyor. Gördüğünüz gibi “eh IMF haklı, IMF bunu istedi” öyleyse yapalım yolunda ilerliyoruz. IMF ekonomik bir kuruluş ama sizden ne istiyor: Kamu Yönetimi Reformu. Yani Ankara’daki devleti tasfiye edin, Ankara’daki 15 tane bakanlığı kapatın. Bakanlık yetkilerini belediyelere, kentlere devredin…

İnsanlık tarihine bakarsanız, ilk devlet modelinin kent devletleri modeli olduğunu görürsünüz. Bu Mezopotamya’da da böyledir, eski Yunan’da da. Atina ve Isparta da kent devletleridir. Sonra tarih sahnesine Makedonya İmparatorluğu çıkar. Roma da bir kent devletidir. Sonra Roma İmparatorluğu çıkar ama yıkıldığı zaman Venedik ve Ceneviz kent devletleri olarak Akdeniz ticaretine hakim olurlar.

Devlet dediğimiz zaman çok çeşitli devlet biçimleri vardır. İmparatorluk devletleri vardır. Krallık devletleri vardır, ülke devletleri vardır, ulus devletleri vardır, sömürge devletleri vardır, eyalet devletleri vardır, kent devletleri vardır. 21. yüzyılının kent devleti modelini küresel emperyalizm, Singapur adasında inşa etmiştir. Singapur hem bir şehirdir, hem de bir devlettir. Bir ada üzerinde, en son teknolojilerle kurulmuş 21. yüzyılın kent devletidir. Küresel sermaye bütün dünyayı kendi kontrolüne almak ve bugünkü ulusal devlet yapılarını tasfiye etmek istemektedir. Bu nedenle de 20. yüzyıla girerken, dünyada 20 devlet varken, çıkarken 200 devlet vardır. Bugün Birleşmiş Milletlere üye 200 civarında devlet var. Koskoca Sovyetler Birliği de bir devletti ama şimdi onun yerini alan Rusya da koskoca bir devlet ama onun yanında küçücük Malta adası da bir devlet. Bugün Birleşmiş Milletlere bakın, Rusya Federasyonu da, o büyük arazisi ve nüfusuyla Çin de büyük birer devlet ama küçücük Malta adası da bir devlet.

Tabii ki dünyada hukuken böyle bir düzen var. Ben de bir hukukçuyum -devletler hukukçusu- ama buna karşı diyorlar ki, küçücük Malta da bir devlet ama sizinki olmaz diyorlar. Yani ya bütün devletler küçülecek ve Singapur gibi şehir devletlerine dönüşecek ya da Sovyetler Birliği sonrası Rusya Federasyonu gibi, Çin gibi, Hindistan gibi büyük devletler oluşacak. Mesela bugün Brezilya’nın öncülüğünde bütün Güney Amerika bir Latin devletine dönüşüyor. Brezilya öncü, büyük devlet olarak gündeme geliyor. Biz kuzeyde ki Kuzey Amerika’yla uğraşırken aslında Güney Amerika’da işte Chavez’ler, Lula’lar çıkıyor Castro’nun izinden gidiyorlar antiemperyalist çizgide ve Brezilya, dünyanın en büyük devletleri arasına giriyor 6.büyük devlet olarak ve arkasında bütün Latinleri taşıyor. Devlet deyince müddeti de var ama yarın belki Brezilya’nın öncülüğünde bir Latin Federasyonu kurulacak. Güney Amerika kıta devleti olacak bugünkü Hindistan, Çin veya Rusya gibi. Elbette bu devlet modelleri meselesi de ülkelerin devlet biçimini etkiliyor ve tabii böyle bir süreç içerisinde de kentler etkileniyor. Kentlerle beraber bölgeler de etkileniyor, bölgelerle beraber yeni başkentler ortaya çıkıyor veya eski başkentler geride kalıyor.

Bu yüzden şimdi Türkiye’de de Ankara’nın devre dışı kaldığı bir yapılanma görüyoruz. Nasıl görüyoruz? Bunu büyük iş adamları da, sayın Başbakan da, basının önde gelenleri de söylüyorlar. Gidiyorlar Diyarbakır’a ve diyorlar ki, Diyarbakır’la Bağdat’ı bir araya getirecek bir Mezopotamya yapılanması, bir büyük Ortadoğu’da Diyarbakır Ortadoğu’nun merkezi olacak! Bir de bakıyoruz ki Diyarbakır Ankara’dan kopmuş Bağdat’a yaklaşıyor. Şimdi böyle bir noktada Ankara’nın bir başkent olarak Doğu’da ve Güneydoğu’da etkili olmasını düşünebilir misiniz? Mümkün değil. Böyle bir çerçeveden baktığınızda bu yeni durum, Türkiye’yi her yönü ile etkilemektedir. İsrail’in Türkiye üzerindeki ve bölgedeki etkisi, bir büyük İsrail projesi kapsamında küresel emperyalizmi kullanması, Amerika’yı yönlendirmesi bu politikaların sonucu… Bakın bugün biz mesela Fransa ile karşı karşıya geliyoruz. Tam Fransa ile karşı karşıya gelip Avrupa Birliğinden kopacağımız bir noktada kendi ülkesi Türkiye’ye küfür eden bir Türk yazara Nobel ödülü veriyorlar. Masum bir tesadüf değildir bu. Yatıştırma ve kamuoyu dengelemeleridir.

Dünyaya böyle bakacaksınız sevgili gençler. Demek ki dünyayı yönlendiren büyük güçler var. Bu güçler değişen koşullara göre politikalarını da değiştiriyorlar ve hiçbir şey kalıcı değil. Bu öyle bir süreç ki, içerisinde çok hızlı ve başka başka değişim süreçleri yaşanıyor. Güç dengeleri değişti mi ister istemez güç kaymaları da oluşuyor.

Dünya tarihine bakarsanız güç kaymaları 20. yüzyıla kadar hep doğudan batıya doğru olmuştur. 20. yüzyılda, I. Dünya Savaşı ile birlikte ise güç kaymaları batıdan doğuya yönelmiştir. Yani bizler burada hiçbir şey yapmasak, sadece kendi hayatımızı yaşasak ve bu ülkede var olup dünyaya kapansak bile bizi rahat bırakmazlar. Çünkü şu dönemde batıdan doğuya doğru bir güç kayması var dünya dengesinde, dünya yönetiminde. Çünkü yüzyıllarca doğudan batıya giden süreç Amerika’da bir dünya gücüne dönüşmüş ve şimdi yavaş yavaş yeniden Amerika ile Avrupa üzerinden dünyanın merkezine doğru geliyor. Güç ya merkezde yapılanacak ve İsrail merkezli Kudüs’ün başkent olduğu bir yapılanma oluşacak, ya da bunun alternatifi İstanbul merkezli, İstanbul’un başkent olacağı bir bölgesel yapılanma eski Osmanlı Hinterlandında gerçekleşecek. Ya da bu güç burada durdurulamayacak, merkezde kontrol edilemeyecek ve doğuya kayacak, Pekin merkezli Çin’e doğru gidecek.

İşte kavga tam da burada; yani bu güç Çin’e mi yoksa doğuya mı kayacak? Yoksa batıdan gelerek yeniden dünyanın merkezinde mi örgütlenecek? Bu örgütlenme yapılırken de bugünkü devlet modelleriyle bu işin olmayacağı düşünülüyor. Bu nedenle de bugünkü devlet yapıları ile başkentler devre dışı bırakılacak, dünyanın merkezinde bulunan bu coğrafyadaki devletlerin yer aldığı bu bölge bir bütünsellik içerisinde bir büyük devlete dönüştürülecek. “Büyük Ortadoğu Projesi” denilen şey işte böyle bir şey… Amerikanın “Büyük Ortadoğu Projesi” bu coğrafyaya hakim olma projesidir. Amerika’yı işgal etmiş Evanjelik tarikatının kontrolünde ki Siyonist lobiler de Amerikan gücünden yararlanarak “Büyük İsrail Projesini” gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Ayrıca bunlarla beraber –Avrupa da Almanya-Fransa ekseninde bu projeyi devre dışı bırakmak üzere- Avrupa’nın merkez olacağı bir “Büyük Avrupa Projesi”ni, Atlantik’ten Urallar’a kadar Avrupa Birliğinin öncüsü olan De Gaulles’ün fikirleri öncülüğünde gerçekleştirmeye çalışıyorlar.

Şimdi bu coğrafya’ya dünyanın egemenlerinin gözleriyle baktığımız zaman, devlet yapılarının ve başkentlerin, milli yapıların devre dışı kaldığını, kalması gerektiğini hemen fark ederiz. Yine ayrıca bütün emperyal güçlerin bölgeye el koymak için, bölgedeki bütün ülkeleri bir bütünsellik içerisinde gördüklerini, ya “Büyük Ortadoğu”, ya “Büyük Avrupa”, ya “Büyük İsrail” ki Büyük Avrupa’nın uzantısı da -eğer İstanbul yeniden Bizans merkezi haline gelirse- yeni Bizans projesidir. Çünkü Bizans, İstanbul merkezli Ortadoğu’yu da kontrol eden bir yapıdır. Yani Doğu Roma İmparatorluğudur. Bu merkezler bölgeye böyle bakarlar. Bugün Avrupa Birliği’nin bir iç ihtilaf nedeniyle kesilmesiyle karşı karşıyayız. Bakın arkadaşlar bunu özellikle vurguluyorum: Avrupa Birliği süreci bitmiştir. Kendi açılarından da bitmiştir, dünya açısından da bitmiştir, bizim açımızdan da bitmiştir. Ama tam tersine bunu varmış gibi gösterip uyguluyorlar. Neden derseniz, çünkü artık aralarında anlaşamaz hale geldiler. İspanya ve Polonya’nın İtalya, İngiltere, Fransa üçgenindeki dengeleri bozması nedeniyle Avrupa Birliği Nice zirvesinden sonra iç kavgaya girmiştir. Bugün çok ciddi iç ihtilafları var. Ama dışarıya yansıtmıyorlar ve Avrupa Birliğinin ana ekseni olan Fransa ve Almanya ekseni koptuğu içindir ki Almanya bugün Rusya ile beraber hareket ediyor; Fransa ise Akdeniz’e kaydı. Yeniden Atlantik okyanusuna kaydı. İngiltere ve Amerika’yla işine geldiği gibi küresel politikalarda birlikte hareket ediyor ama Fransa aynı zamanda İsrail’le yakınlaşarak bir Akdeniz Birliğini gündeme getiriyor.

İşte bütün bu gelişmeler bu bölgeye yansıdığında İstanbul birden öne çıkıyor. Sermaye ilişkileriyle, medya ilişkileriyle İstanbul öne çıkıyor ve tabii ki hem Avrupa Birliği sürecindeki uyum paketleriyle, hem küresel süreçteki projelerle, hem Amerikanın büyük Ortadoğu ve İsrail’in Büyük İsrail projeleri çerçevesinde Ankara’nın da etkisini kaybetme noktasına geldiğini görüyoruz. Bu çerçevede Ankara’nın başkentliği artık tartışılıyor. Ankara’daki devlet kurumları, kamu kurumları yavaş yavaş önce ekonomik kuruluşlardan başlayarak ki önce özel bankalar, sonra kamu bankaları, şimdi de devletin elinden alınan üst kurullar -ki Telekom üst kurulu çoktan karar verdi İstanbul’a taşınmaya- ve diğer alanlardaki üst kurulları da taşıyarak İstanbul üzerinden bölgenin yönetilmesi projesi kapsamında uygulamaya sokuluyor. Çünkü Amerika planına bu daha uygun… Tabii burada ana problem Avrupa Birliği sürecinin bittiğinin henüz aydınlığa kavuşmamış olması ve bu çerçevede Amerika ve Avrupa’yla, Balkanlar üzerinde, Karadeniz’de Rusya’yla çok ciddi bir çekişmenin son 5 yılda hızla gündeme gelmesine de dikkat çekilmelidir. Bunlar tümüyle gizleniyor ama bu çekişmeler çok ciddi boyutlarda yaşanıyor ve artık gizlenemez hale gelmiş durumda.

Peki, biz neredeyiz sevgili gençler? 
Türkiye nerede ve Ankara nerede?
Şimdi bakınız, biz bu toplantıyı, bu konuşmayı Diyarbakır’da yapmıyoruz. Bu konuşmayı Trabzon’da ya da başka bir kentte de yapmıyoruz. Ben birkaç sene önce Urfa’ya gittiğimde Urfa’da Barolar Birliğinin bir sempozyumunda konferans verirken “İnsan Hakları Küresel Boyutta ne noktada” konusunda konuşup anlatıyorum, Güneydoğu barosu avukatlarından kalabalık bir grup beni dinlerken birden ayağa kalktılar ve itiraz ettiler, üzerime yürüdüler. Dediler ki: bırak dünyayı sen buraya bak, burası ne olacak? Bu kişiler, Güney Doğu’daki avukatlar -ki çoğu bizim öğrencilerimiz- artık Türkiye’yi bırakmışlar her konuya tamamıyla “Kürdistan” merkezli bakıyorlar. Halbuki, ben Ankara’dan gelmişim, Türkiye Cumhuriyeti Başkentinden, onlara Türkiye Cumhuriyeti’nin hukukunu anlatıyorum ve dünyadan örnekler veriyorum insan hakları alanından ama onlar bunu bile dinleyemiyorlar, tahammül edemiyorlar. Bu halka yönelik bir toplantı değil, bu bir bilimsel toplantı ve orada Güneydoğu Barolarına bağlı avukatlara bunları anlatıyoruz. Avukatlar ki hukuk adamlarıdır, mevcut anayasa ve yasalara uygun çalışmak durumundadırlar. Ama onlar kafalarını hukuka, Anayasaya değil Diyarbakır merkezli Kürdistan’a ayarlamışlar. Çünkü Avrupa Birliği bunu destekliyor, bunu teşvik ediyor. Her gece uydu üzerinden Kürtçe yayınlarla Doğu, Güneydoğu, Türkiye’den kopartılmak ve Diyarbakır başkent yapılmak isteniyor. Diyarbakır’a gidin kebapçıların adı bile Başkent Kebapçısı. Şimdi tam da böyle bir noktada Türkiye’de hem bir devlet krizi var, hem de bir başkent krizi ister istemez yaratıldı. Bu nedenle ben neredeyse 15 senedir, medyadaki konuşmalarımda, açıklamalarımda hep şunu söylerim: Ankara-İstanbul kavgası...

Şimdi gelelim sadede. Değerli gençler bugün Ankara deyince aklımıza devlet gelir, ordu gelir, bürokrasi gelir. Çünkü Ankara eğer başkentse devlet buradadır, bürokrasi buradadır ve ordu buradadır, silahlı güç buradadır, güvenlik güçleri buradadır. Amerikanın planına göre ordunun küçültülerek profesyonelleştirilip Konya’ya taşınması gündemdedir. O nedenle yıllarca Konya ovasının sulanmasını önlemişlerdir. Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusundaki ana proje GAP projesi değildir. GAP Türkiye için değil İsrail için yaptırılmıştır. 1950’den sonra Türkiye’de, Amerikan baskısıyla Türk devletinin planları Güneydoğuya kaydırılmıştır. Şimdi Güneydoğudan sesler yükselmekte ve devlet Güneydoğuya bakmıyor diye feryatlar yükseltilmektedir. Hayır, devlet Cumhuriyet döneminin en büyük yatırımını Güney Doğuya yapmıştır. Tam bu yatırımların sonucunu görme noktasında “bir dakika burası Türkiye değil” diyorlar. 50 senedir oraya yatırım yapacağız, ondan sonra bir başka devlet çıkıp yapılanlardan o yararlanacak. O zaman karar vermemiz gerekiyor: biz devlet miyiz, değil miyiz? Ankara başkent mi değil mi, birbirimize sormamız gerekir? Bu iş bugün bu kadar hayati…

Şimdi sevgili gençler Ankara deyince aklımıza önce devlet kavramı geliyor. Gelmek durumunda, çünkü devlet de bürokratik örgütlenme olmadan olmaz. Bu şu demektir: bütün kamu kurumlarının merkezi Ankara’da olacak. Çünkü Anayasamızdaki ilgili maddeye göre Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’dır. Bu madde değiştirilemez maddelerden birisidir. Atatürk gelecekte olabilecekleri gördüğü içindir ki değiştirilmesi teklif dahi edilemez diyor.

Bugünkü hükümet birkaç kez Anayasa değişikliği hazırladı. Bu anayasa değişikliğini bugünkü hükümete hazırlatan emperyal merkezler anayasada değiştirilmeyeceği yazılı maddelerin de değiştirilmesi gerektiğini söylüyorlar. Diyorlar ki, bu da kul yapısıdır Allah yapısı değil ya, Atatürk döneminde konulmuş ve o dönem de tarihte, 100 yıl geride kaldı, öyleyse değiştirelim. Bunu yaptığınız zaman, değiştirdiğiniz an başkenti İstanbul’a taşırsınız. Çünkü başbakan zaten taşıdı. Biliyorsunuz Başbakanlık Ofisi İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nın yanında Başbakanlık Çalışma Ofisi kuruldu. Biliyorsunuz kendisi zaten İstanbul Belediye Başkanlığından geliyor. Sanki halen İstanbul Belediye Başkanı ve dünyaya da İstanbul’dan bakıyor. Yani başbakan hala Ankara’dan bakamıyor. Halbuki Ankara’ya gelmiş, hükümet başkanı olmuş ama hala İstanbul’dan bakıyor ve İstanbullu. Ankara’yla İstanbul arasındaki bu çekişme ve bu kavga olduğu noktada bugün Türkiye’de bir devlet ve hükümet krizi çıkmıştır.

Hükümetin yapısına bakarsanız bir İstanbul kadrosu ekip halinde Ankara’nın başına gelip oturmuş durumda. Bir cemaatçi yapılanma milli devletin başına gelip yerleşmiş. Yani bir yerel yönetim, belediye ekibi ulus devletin başında şu an. Belediyecilik mantığıyla devleti yönetemezsiniz, başkenti yönetemezsiniz. İstanbul mantığıyla Ankara’yı yönetemezsiniz. Ankara ve İstanbul tamamen farklı yapılardır. İstanbul’da tarih vardır, kültür vardı, boğaz vardır, güzellik vardır, zenginlik vardır. Her şey vardır ama devlet yoktur. Devlet aklı da yoktur. Orada çıkarlar vardır, büyük para kazanırsınız ve yaşarsınız. Devlet burada Ankara’dadır. Devletin aklı da Ankara’dadır. Ankara’da devlet aklı var olduğu sürece devleti Ankara’da tutarsanız, yoksa tutmazsınız. Türkiye bu kavganın tam ortasındayken bu konjonktürde öyle bir iktidar geliyor ki belediyeci bir yapı ama merkeze gelip yerleşiyor. İstanbulcu ve cemaatçi bir yapı Ankara’ya, milletin başına geliyor. Öyle olunca da millet-cemaat çelişkisi, Ankara-İstanbul çelişkisi, yerel yönetim, merkezi yönetim çelişkisi şu an Türkiye’de büyük bir devlet ve hükümet krizi olarak ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bunu söyleyemiyorlar tabii. Devlet memurları konuşamazlar. Hükümet de siyasetin içinde ve o da işini gizli götürmek zorundadır. Siyasetçiler açık konuşamazlar. Açık konuşurlarsa oyun bozulur. Çünkü ne yazık ki siyaset aldatma sanatı üzerine kuruludur. Siz “aman ne güzel bak kamu yararına çalışıyorum” derken, aslında emperyalistlerin çıkarlarına çalışırsınız. Türkiye o yüzden son 50 senede çok şey kaybetmiştir ve tıpkı Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde olduğu gibi bir yarı sömürge konumuna gelmiştir.

Sevgili gençler, çok güzel şeyler anlatmadığımın farkındayım. Ama eğer bunların farkına varabilirsek bu gidişe karşı ancak o zaman bir şeyler yapılabilir, varamazsak televizyon ekranlarında ve büyük gazetelerin renkli sayfalarında bize her gün durmadan anlatılan hikayelere, masallara, önümüze sunulan sanal dünyaya teslim olursak yarın devletin geri kalan diğer yarısının da tasfiye edileceği, Ankara’nın bütünüyle başkent olmaktan çıkarılacağı bir noktaya geliriz.

Konuşmamın başında ne söylemiştim yeniden hatırlatayım size: Anadolu’da 16 tane başkent var. Dengeler değişti mi hemen birisi öne çıkar. Ben her hafta Anadolu’da bir kente gidiyorum. Trabzon’a gidelim başkent, Adana’ya gidelim başkent, Antalya’ya gidelim başkent, İzmir’e gidelim başkent, Edirne’ye gidelim başkent, -Diyarbakır zaten başkent- Van başkent… Kaç tane oldu? En az 10 tane başkent var Anadolu’da. Çünkü bu dış politika, bu Avrupa Birliği ve küreselleşme süreci, bu Büyük Ortadoğu projesi, bu Balkan-Kafkas-Ortadoğu üçgenindeki gelişmeler bizim coğrafi bölgelerimizi yavaş yavaş eyaletleştiriyor. Süreç bizi milli, üniter, tek parçalı merkezi bir devlet olmaktan çıkarırken, Türkiye’nin bölgelerini eyaletleştiriyor, ve o eyaletler de giderek merkezden kopuyor. Her eyalet merkezden koparken kendi içinde bulunduğu bir bölgede merkez konumuna geliyor; tıpkı Amerikan eyaletlerinde olduğu gibi. Amerika eyaletlerinin de adı devlettir. Onlarda “states” derler. Amerikanın tam adı nedir? “United States of America” Amerika Birleşik Devletleri’dir. Demek ki, Amerika’da ki eyaletler de birer devlettir. Her eyaletin de kendi içinde bir başkenti vardır. O başkentler de ana, federal merkeze bağlıdır.

Şimdi küresel plan, Amerika’yı ; “United States of America” ’dan “Unites States of World” ‘a çevirmektir. Amerika, İngiltere gibi değil. İngiltere 500 yıl dünyayı yönetirken gittiği her yerde önce sömürge kurmuştur daha sonra da o sömürgelerin devletleşmesini sağlamıştır. İngiltere, Osmanlıdan aldığı Arap ve İslam topraklarındaki devletleri kurmuştur. Bugün hepsi Arap, hepsi Müslüman ama Arap ve Müslüman coğrafyada 55 tane devlet var. Katar, Bahreyn, Kuveyt arasında ne fark var? Hepsi Arap, hepsi Müslüman… Öyleyse niye ayrı ayrı devletler? Çünkü emperyalizmin işine öyle geliyor. Bugün Basra körfezinde 7 tane devlet var. Yedisi de Arap, yedisi de Müslüman ama 7 tane petrol şirketi olduğu içindir ki İngiltere o bölgeden çekilirken 7 petrol şirketine uygun araziyi bu bölgeleri bölerek, bu hale getirerek vermiştir. O zaman tabii yeni devletler çıkınca yeni başkentler de ortaya çıkıyor. Unutmayalım ki İngiltere işte böyle böyle dünyaya devlet üreterek, yaparak hakim olmuştur. Amerika’nın İngiltere sonrasında dünyaya hakim olurken bir yandan da yeniden yeni devletler kurmaya değil, o devletleri izleyecek, gözetleyecek, o devletleri yönlendirecek merkezlere ihtiyacı vardır. Zaten Amerika bu merkezleri askeri üstlerle tüm dünyada çoktan kurmuştur. Ordusunu 5’e bölerek, doğu, batı, kuzey, güney kuvvetlerine dönüştürerek ve Ortadoğu’ya da merkezi kuvvetlerini getirerek hakim olma çabası içindedir.

Amerika’nın Türkiye’de de çok üsleri var ve ayrıca da bütün her şeyi izliyorlar. Biliyorsunuz elektronik olarak izleniyoruz; bu tür konferansları da takip ediyorlar. Artık hiçbir şeyin gizliliği yok her şey açık. Evet, ne diyorlardı? Açık toplum. Her şey beraberinde bir bilgi savaşı getiriyor. Artık bir bilgi savaşı çağındayız. Madem “açık toplum”, madem “bilgi savaşı” çağındayız biz de buna açığız. Çünkü biz de bu bilgiye sahibiz. Bu bilgilere sahip bir toplum olarak onların sahip oldukları bilgiler doğrultusunda karar verip onların çıkarları doğrultusunda yeni düzenlerin kurulması bizim işimize geliyorsa kabul ederiz. Ama olanlar bizleri tasfiye ediyorsa, parçalayıp yok ediyorsa, bizi iç savaşa veya dış savaşa yönlendiriyorsa, o zaman müsaade edin bu mücadelede biz de varız. Yani biz de Türkiye olarak Afrika ülkesi değiliz değil mi, sevgili gençler? Dünyanın merkezinde bir devletiz değil mi? Hala bir devletiz ve hala bir milletiz. 1000 senedir bu topraklarda Türk varlığı var. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğundan gelen devlet birikimine bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devleti de sahiptir. Bugün bu bilgiyle ya ayakta kalacağız ve mücadele edeceğiz, ya da onlar kendi sığ bilgilerini bize tek doğruymuş gibi empoze etmeye devam edip duracaklar.

Hiçbir şey tesadüf değil. Türkiye’nin aleyhinde çalışan, onların istediği doğrultuda Türkiye’ye küfreden bir yazarımıza Nobel ödülü vermelerini bu bağlamda değerlendirmek gerekiyor. İçimizde Orhan Pamuk okuyanlar vardır; seversiniz, sevmezsiniz ama kendisi Amerika’da demeç veriyor. Türkiye devleti faşisttir diyor. Bir milyon Ermeni’yi katletti, 30 bin Kürdü öldürdü diyor. Türkiye’ye hakaret ediyor. Öbür taraftan Fransa çıkıyor ve diyor ki: Ermeni soykırımı olmadı, böyle bir şey söyleyemezsin! Söylemişsen gel bakalım, sen suçlusun! 1 sene hapis 45 bin Euro ceza! Böylesine insafsız, çifte standartlı bir dünyanın içerisindeyiz.

Emperyal güçler artık bütün insanlığın bilgi birikimini kendi çıkarları doğrultusunda kullandıkları gibi insanlığın gelmiş olduğu bugünkü medeni düzenini de inkar ediyorlar. Kendi iradeleriyle kurmuş oldukları Birleşmiş Milletlerin kararlarını çiğniyorlar; uluslararası hukuku sürekli olarak ihlal ediyorlar. Derslerimizde okuduğumuz Montesquieu’ler, Jan Jack Rousseau’lar, Voltaire’lerin evlatları Fransız Devletinin bugünkü yöneticileri kendi insanlık birikimlerine ihanet ediyorlar, Fransız Devriminin getirdiği medeni yapıyı hiçe sayıyorlar. Bütün sözde medeni dünya bir akıl tutulmasıyla karşı karşıya. İnsanlık adına, çağdaş medeni değerler adına ne var ne yok hepsi yıkılmak ve yepyeni bir dünya kurulmak isteniyor. Ama bu yeni dünya kurulurken de insanlığın o ana kadar oluşturmuş olduğu büyük insanlık birikimi reddediliyor. Öyle olduğunda da doğal olarak halen mevcut devlet yapıları da reddediliyor. Türkiye’nin bir Türk ülkesi olduğu, Türkiye’nin ulusal ve üniter devlet yapısı görmezden gelindiği gibi Ankara’nın da başkent olması kabul edilmek istenmiyor.

Biraz önce de ifade etmiştim: Ankara deyince akıla devlet, ordu ve bürokrasi geliyor. Peki, İstanbul deyince aklımıza ne geliyor? Sermaye, medya ve ekonomik ilişkiler. Sermayenin dışa bağımlı bir hale geldiği, milli sınırları aştığı, ekonomik ilişkilerin giderek küresel taşeronlukla bölgenin bütününe yayıldığı bir noktada, İstanbul’un bir istasyon olarak Avrupa ve Amerika’yla bir köprü görevi yaptığını, bağlantı kurduğunu, Avrupa ve Amerika üzerinden politikaların bu bölgeye getirilmesinde İstanbul’un aktif biçimde aracılık yaptığını görmekteyiz. Zaten artık medya merkezlerinin, kanalların ve basının merkezinin tümüyle İstanbul’a taşınması da bunu açıkça göstermektedir.

Böyle bir çerçevede geçen yıl kaybettiğimiz Atilla İlhan’ın bir sözünü burada sizlere hatırlatmak istiyorum. Herhalde kitaplarını okuyorsunuz, yazılarını takip ettiniz yıllarca ve geçen yıl kaybettiğimiz için herhalde hatırlıyorsunuz televizyon programlarından. Atilla İlhan diyor ki “ Türk medyası, Türk değildir”. Neden? Çünkü küresel sermayenin kontrolündedir. Parayı kim verirse düdüğü o çalıyor. Bunu ben söylemiyorum, CIA’nin kendisi söylüyor. Bütün dünyayı nasıl yönettiğine dair bir kitap yazdırdı. Türkçeye de çevrildi kitap. Kitabın ismi, “ Parayı Verdi Düdüğü Çaldı”. CIA dünyayı nasıl yönetiyor? Biz insanları nasıl satın alırız? Parayı veririz ve istediğimizi yaptırırız demeye getiriyorlar. Cinayetler böyle işleniyor. İsyanlar böyle kışkırtılıyor. Provokasyonlar böyle yapılıyor. Siyaset böyle finanse ediliyor ve emperyal güçlerin çıkarları doğrultusunda politikalar, satılmış politikacılar aracılığıyla bu şekilde bizim gibi ülkelere sürekli olarak empoze ediliyor. Bizim gibi ülkelerin başına politikacılar okyanus ötesinden getiriliyor biliyorsunuz, İstanbul Belediye Başkanlığından Türkiye Başbakanlığına gelen kişi tutuyor bu bölgenin geleceği ile ilgili kararı Ankara’da devletin ilgili birimleri ile değil, Washington’daki, New York’taki merkezlerle alıyor. O zaman da Ankara by-pass ediliyor, Ankara başkent olmaktan çıkıyor doğal olarak sevgili gençler..

Şimdi Ankara’ya böyle bir çerçeveden bakmalıyız. Ama öte yandan Ankara’ya şöyle bir baktığımızda Ankara’nın öyle küçümsenecek ve kolay yutulacak bir kent olmadığını da vurgulamak istiyorum. Ankara’nın tarihine baktığımız zaman MÖ. 8. yüzyılda Frig’lerin kurduğunu görürüz. Frigya diye bir devlet var bu bölgede kurulmuş ve Ankara’yı onlar kuruyor. MÖ. 6. yüzyılda Asurlular’ın, MÖ. 3. yüzyılda da Galat’ların geldiklerini görüyoruz. Bugünkü Ankara kalesi Galat’ların kurduğu bir kaledir. İstanbul’daki Galata kulesini de onlar kurmuştur. Galatlar yani diğer adıyla Keltler bugün İskoçya’da ve İrlanda’da yaşamaktadırlar. İskoçya ve İrlanda’ya Avrupa’ya giderek Çek’lerin de ataları olan Keltlerin, Anadolu’dan hareket ederek oraya gittiklerini görüyoruz. Bu kadar eski bir tarihe sahip olan Ankara, daha sonraki dönemlerde, bir dönem de Arapların etkisi altına giriyor, bir dönem biliyorsunuz Bizans’ın içerisinde yer alıyor. Bizans yıkılınca Selçuklu İmparatorluğu Anadolu’da hakim oluyor. Anadolu Selçuklu Devletinde de Konya başkent iken Ankara önemli bir kent olarak yer alıyor. Osmanlı döneminde Ankara Anadolu’da bir ulaşım merkezi konumunda yer alıyor. Ankara’nın yanı başındaki bir ilçenin adı Beypazarı’dır. Gidin orada halen Osmanlı döneminden kalma tabelaları göreceksiniz, Adapazarı’nı gösterir. Ankara ticaret yolları üzerinde kurulmuş bir kenttir. Başkent olarak seçilirken de hem Doğu-Batı dengesi gözetilmiş, hem Anadolu’nun merkezi bölgesinde yer alması ve güvenli olması nedeniyle seçilmiştir. Ayrıca biliyorsunuz Almanların Ortadoğu’ya gelmek için yaptırdıkları demiryolu hattı Ankara’dan geçmektedir. Bağdat-Berlin demiryolu hattı, İstanbul üzerinden Ankara’ya, Ankara üzerinden Adana’ya ve Bağdat’a yönelmiştir. Almanlar, en güçlü oldukları noktada, Osmanlı İmparatorluğu sırasında, Abdülhamit döneminde Berlin-Bağdat demiryolunu yapmışlardır. Ankara henüz bir karayolu kenti iken aynı zamanda bir demiryolu kentine, bir ulaşım kolaylığı olarak sahip olmuştur. Ankara’nın başkent olmasından sonra bu bağlantının daha da genişlediğini görüyoruz. Yalnız daha sonra koşullar değişiyor. Özal’la beraber başlayan otoyollar dönemini hatırlayınız. Otoyollar önce Ankara-İstanbul otoyolu olarak yapıldı, sonra İstanbul otoyolu Edirne’ye bağlandı, sonra Ankara otoyolu gitti, Adana’ya ve Suriye sınırına kadar geldi dayandı. Daha sonra da Adana’dan GAP’a, Diyarbakır’a Urfa’ya kadar otoyol yapıldı.

Ankara-İstanbul otoyolu olarak yapılan bu yolun aslında İsrail-Avrupa otoyolu olduğunu biz sonradan fark ettik. Çünkü İsrail’in otoyollarla Avrupa’ya bağlanması, demiryolu ile Avrupa’ya bağlanması gündeme geldiğinde biz Ankara’daki devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Doğu Anadolu’ya, İzmir’e, ülkenin üçüncü büyük şehrine güneye, kuzeye otoyollarla bağlanma önceliğini bir yana bıraktık. Ama sırf İsrail Avrupa otoyolu olsun diye otoyol Ankara’dan Adana’ya ve Suriye sınırına geldi dayandı. Şimdi Suriye ile Suriye sınırındaki otoyolla İsrail’in birleşmesi gerekiyor. Fakat tam bu noktada Lübnan savaşı başladı.1. raunt bitti , “time-out “ aldılar. 2. raunt geliyor. Tam bu arada oraya Türk askeri gitti. Önce deniz birliği, dün de kara birliği gitti. Savaş Lübnan’da devam edecek… Suriye çökertilene kadar… ondan sonra Ankara… İstanbul otoyolu, Edirne-Adana üzerinden, Suriye üzerinden İsrail’e bağlanacak.

Görüyorsunuz, bölgesel yapılanma milli devleti böyle böyle yeniden biçimlemeye çalışıyor ve her şeyin çiğnenip geçildiği noktada artık inisiyatif bizim dışımıza çıkıyor. Artık inisiyatifin kullanılmasında Ankara başkent olarak hareket edemiyor. O zaman artık, Türkiye’nin de bazı şeyleri bu kadar açık ve net konuşması gerekiyor.

Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz, hangi noktadayız?
Avrupa Birliği için 50 senedir bizden istenen her şeyi yaptık, dışında kaldık. Eski eyaletlerimiz Avrupa Birliği’nin içine girdiler ama ana ülke olarak bizi planlı bir biçimde dışladılar. Amerika ile müttefiklik noktasında düne kadar Amerikan askeri varlığıyla beraber hareket ettik, Batı Blok’u için güvenlik ürettik ama şimdi Amerika kendi çıkarları için bizi komşularımızla, İran’la ve soydaşlarımızla dalaştırmak istiyor. İsrail bölgeye hakim olmak için Türk ordusunu Suriye’ye sürmek ve Suriye’yi ortadan kaldırıp istiyor. Nereye gidiyoruz ve ne oluyoruz? Bu noktada, Türkiye’nin geleceğine kim karar verecek? İstanbul’daki para babaları mı? Taşeronluğu kabul etmiş olan İstanbul sermayesi mi? Onların güdümündeki büyük medya mı? Yoksa Ankara’daki milli devlet mi? Ankara’da hala devlet var mı? Ankara’da hala başkent var mı? Ankara’da hala ordu var mı? Genelkurmay’ı kim yönetiyor? Genelkurmay’ın yönetiminde milli çıkarları mı ön planda, yoksa hala eskiden kalma NATO tercihleri mi? Türkiye’nin geleceğinde Güney Doğunun, Türkiye’nin Doğusuyla beraber Batısının nereye gideceğine ne olacağına kim karar verecek? Büyük Ermenistan, Büyük Kürdistan, yeni Pontus projeleriyle Okyanusun ötesinde ki güçler mi Türkiye’yi bir yerlere sürükleyecekler yoksa dün Kuvayı Milliye’de olduğu gibi Anadolu halkı mı yeniden bu gidişe dur diyecek? Halk, başkent Ankara’nın etrafında kilitlenerek, bu tarihi kenti hala bir başkent olarak görüp, bir milli devletin var olduğunu dosta düşmana gösterebilecek mi?

Türkiye’nin değişim sürecinde bu devletin milli çıkarlar doğrultusunda hareket etmesini sağlayarak birliğini bütünlüğünü kaybetmesini önleyebilecek mi? Başkent olarak Ankara’nın Türkiye’nin 81 vilayeti üzerinde etkili olmasını sağlamada, bu dağılma ve çözülme sürecinde yeniden başkent olarak devreye girmesini gerçekleştirip, bir alternatif milli politikayı Türkiye gündemine getirebilecek mi, getiremeyecek mi?

Temel sorular bunlar sevgili gençler!
Eve, gelecekte yeni bir dünya kurulacak, o kesin. Bunu görüyoruz ama bunu kuranlar, yeni dünyada Türkiye’ye ve Türklere ve Ankara’ya yer verecekler mi, vermeyecekler mi? Vermeyecekleri görülüyor. Çünkü onlara göre Türkiye diye bir devlet yok. Anadolu’da Türk milleti diye bir millet yok. Anadolu’da sadece insanlar var. Alt kimlikler var, etnik yapılar var ve bunlar hızla Hıristiyanlaştırılarak, Bizans’a geri dönülecek. Projelerinde bu var. Projeye göre Anadolu’da milli bir devlet olmadığı için doğal olarak bunun başkenti de yok. Bir bakıma Ankara’yı biz tanımıyoruz diyorlar. O nedenle de direkt kent yönetimleriyle, Belediyelerle ilişki kuruyorlar. Diyarbakır Belediye başkanını neredeyse Güney Doğu Anadolu’da eyalet başkanı ilan etmeye niyetli bir Avrupa Birliği var karşımızda.

O zaman Cumhuriyet’in 83. yıldönümünde Ankara’nın başkent oluşunun 83. yıldönümünde yeniden düşünmek durumundayız. Tarihi yeniden kavramak durumundayız. Tüm bu değişimleri, gelişmeleri görerek bölgemize ve dünyaya bakmak ve geleceğimize bakmak durumundayız.

Konuşmamı bitirirken sizlere bir kitap önermek istiyorum. Bugün dünyanın en büyük patronlarından birisi olan Japon asıllı bir iş adamı, Toyota fabrikalarının sahibi anılarını yazdı. Kitabının adı “Hayır diyen Japonya”’dır. Diyor ki, “Japonya bugün dünyanın 3. büyük ekonomik gücü haline geldiyse, Batılılar ne dediyse hepsine hayır dediğimiz içindir. Eğer evet deseydik bugünkü büyüklüğümüze ulaşamazdık”. Şimdi lütfen benim bu sözlerimi kışkırtıcı bir şekilde ele almayın. Olumsuzluk veya durduk yerde kargaşa önermiyorum. Ama şu bir gerçektir ki bize söylenen her şey her zaman bizim lehimize değildir. Yani bizden istenen her şeye her zaman evet demek zorunda değiliz. Kendi çıkarlarımızı da düşünmek zorundayız. Bu ülkeyi bağımsız bir ülke haline getiren atalarımızın verdiği Kurtuluş Savaşı’nı hatırlamak zorundayız. Onlar savaştığı için biz bugün bağımsız bir ülkede yaşıyoruz. Onlar direndiği için Ankara başkent olmuştur. Yoksa İstanbul bir taşeron, sermaye akımı merkezi olarak eski konumunu koruyacak, millet olarak bizim aleyhimize çalışan bir bölge merkezi olacaktı. İstanbul hala o eski payitaht konumuna dönmek istediği içindir ki Ankara’yı bir türlü başkent olarak kabul edemedi. Cumhuriyet döneminde bütün hükümetler, maalesef sermaye ve basın medya ilişkileriyle İstanbul üzerinden yönlendirildi. Ama bugün artık bunun sonuna gelindi. Çünkü eğer bu devam ederse gittikçe hız kazanan yok olma sürecimiz Ankara’yı da, Türkiye’yi de bütünüyle ortadan kaldıracak.

Bu nedenle ben sizleri başkentin 83. yıldönümünde, aktif bir vatandaşlığa davet etmek istiyorum. Evet, nasıl olsa devletimiz var, nasıl olsa genelkurmay var, ordu var, nasıl olsa devlet düzeni var, ben uykuma bakayım diyemezsiniz. Yarın bunların hiçbirisi olmayabilir, yarın çok daha kötü ve zor koşullarda olabiliriz. Atalarımız, dedelerimiz dün silahla savaştılar, biz bugün silahla savaşmayacağız. Bilgi toplumu olacağız ve bilgiyle savaşacağız. 0nların bize aktardıkları bilgilerin nasıl üfleme bilgiler olduğunu merak ediyorsanız internet sitelerine bakınız. Internet sitelerindeki bilgilerin dörtte üçü üfleme bilgidir. Üfleme kelimesini kasten söylüyorum. İnternete oturduğunuz zaman kulağınıza gelsin diye. Üflüyorlar. Üflemeyle oluşturdukları sanal rüzgar sizi etkilemek ve yönlendirmek içindir. O zaman hangi bilginin doğru, hangisinin yanlış, hangisinin Türkiye’nin ve bizlerin çıkarlarına uygun olduğunu Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği gençler olarak sizler arayıp bulacaksınız. İnternetten sitelere girmek yetmez, lütfen biraz da kütüphanelere girelim.

Gelecek sizlerin elinde sevgili gençler! Unutmayın, Atatürk’ün bu ülkeyi gençliğe emanet etmesinin tek nedeni var. Çünkü bugünkü bu tehlikeyi görmüştür. Atatürk’ün gençliğe hitabesini lütfen defalarca okuyunuz! Orada sözü edilen gaflet ve delalet dönemleri çoktan geride kalmıştır. Artık daha ileri bir noktada, bir hıyanet dönemiyle tam karşı karşıyayız. Türkiye’yi yöneten ve yönlendiren siyasi ve ekonomik kadrolar kendi çıkarları doğrultusunda çok ciddi bir hıyanet şebekesinin içerisindedir. Ağır kelimeler kullanıyorum ama Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Atatürk’ün bugünleri çok önceden gördüğünü biliyoruz. Unutmayınız ki; bugün olanları ancak Atatürk’ün gençliğe hitabesini kelime kelime görüp anlayabildiğimiz noktada anlayacağız.
Sevgili gençler hepinize saygılar sunuyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder